Açılış Konuşması: Güvenli Dünyanın Kaybı

 

Değerli katılımcılar, meslektaşlarım, öğrenci arkadaşlar, konumuza ilgi gösteren hepiniz derneğimizin ikinci sempozyumuna hoş geldiniz.

Derneğimizin kuruluşunun ikinci senesinde genç ve üretken bir ekiple ikinci sempozyumu düzenlemekten ötürü memnuniyet içindeyim. Bu senenin özel koşullarına uyarak çevrimiçi biçimde, ve çevrimiçi olmasının kendine has özellikleriyle hazırladığımız, tam da konunun içinden konuyu düşünüp tartışacağımız bir tema içindeyiz. Olağanüstü koşullarda ve herkes gibi belki hem durumun önemini hem de çabamızın ortaklığını ve imkanını anlatması bakımından bana iyi geliyor.

Temamız Muğlak sınırlar: ne gerçek ne değil.
Mesleki pratiklerimize yönelik bir içerik yerine daha çok düşünsel dünyamızı harekete geçirmek, bir düşünme, konuşma alanı yaratmak istedik hem kendimize hem de ilgi duyan sizlere.

Sempozyuma olan ilgiden de ayrıca memnun olduk, emeklerimizin yerini bulmasını diliyor, derneğimize gösterdiğiniz ilgi ve bağışlarınızla yaptığınız katkılarınız için teşekkür ediyorum.


Derneğimiz bir kısmınızın bildiği üzere, hem psikolojik sağlık alanındaki tüm disiplinlerle, hem de alanımızın kapı komşusu olan felsefe, sanat, politika, sosyoloji, tarih gibi disiplinlerle temasta olmayı sürdürerek dünyayı ve insanı anlamak üzere çalışmalar yapıyor. Bu sempozyum da malum dönemin etkilerini anlamaya yardımcı olacak zengin bakış açılarıyla dolu. Çok değerli konuşmacılarımız Neslihan Zabcı'ya , Bülent Somay’a ve Gündüz Vassaf’a derinden teşekkürlerimi şimdiden iletmek isterim. Derneğimizin araştırma komisyonundaki genç arkadaşların hazırladığı bir araştırmanın sonuçlarıyla da zenginleşecek sempozyumumuzun hepimiz açısından verimli geçmesini dilerim.

**


Sempozyum bağlamına giriş yapmak adına bazı sorularla başlamak istiyorum sevgili katılımcılar, isterseniz birlikte düşünelim.

Bu gerçek bir buluşma mıdır, değil midir? Birbirimizle buluşabildik mi yoksa sadece burada bulunabildik mi? Hangisi gerçek? Geçen sene bir arada salonda gözgöze temas ederek sağa sola bakabildiğimiz, tanıdıklarımızı görüp selamlaştığımız doğal konuşmalar da içeren, gerçek bedenlerimizle mevcut olduğumuz toplantı mıydı sempozyum, yoksa bu da sempozyum sayılacak mı algımızın huzurunda? Ama sizin evinizde sempozyum yapamayız ki, ya da benim evimde sempozyum yapamayız ki? Sığamayız bir kere. Nereye sığıyoruz peki? Hangi aralıktayız biz?

Arafta, sanal ile gerçekliğin arayüzüne sıkışmış bir yerde, bir şeyde, birbirimize sesimizi ve dolayısıyla düşüncelerimiz gönderiyoruz, donakalmadığı sürece de eş zamanlı olarak canlı fotoğrafımızı.
İletişim mi kuruyoruz? Etkileşiyor muyuz? Aramızda olan şeyin adı ne? Hele bir de benim sizleri hiç görmediğim bu tarafta aslında ben kiminle konuşuyorum ve ne yapıyorum?

Dışarı çıkmak yasaksa, içerde kalmak serbest mi demek? İçeride olmak ve dışarıda olmak artık başkalarının kontrolündeyse, o zaman içerisi ile dışarısı birleşmiş olmuyor mu?
Neresi ev neresi sokak o zaman, ya da neresi gerçek neresi yasak o zaman?

Dünyanın neresinde olursak olalım aynı yerdeymiş hissi veren bu his yani sınırların belirsizleşmesini, silikleşmesni, muğlaklaşmasını zihnimiz nasıl algılıyor olabilir? Fiziksel olarak evde olup, zihinsel olarak Kanada’da olmayı, veya misafirliğe gittiğimiz evden işyerine bağlanmayı. Başka bir şehirde veya ülkede bile olsak o an istediğimiz yerde olabilmeyi sağlayan internet büyüsünü bilinçdışımıza nasıl anlatacağız bu kadar yoğun kullanırken artık?

**


İçinden geçmekte olduğumuz zor bir durum hakkında içinden geçerken hala, kesin konuşmalar yapmak, onu tam anlamıyla anlamış olmak ve hatta önerilede bulunmak pek mümkün değil. Ancak sorular sorabilir, başkalarının düşüncelerini dinleyebilir, zihnimizi havalandırmak için konuşabiliriz, veya ancak bu tünelin içinden geçebiliriz. Şimdi de böyle oluyor sanırım. Bu haliyle de oldukça zor.

Tıpkı savaş zamanlarında hayatın bir yandan kendi olağan akışında sürmeye çalışması gibi. Evliliklerin yapılması, çocukların doğması, boşanmaların olması, başka sebeplerle ölülerin olması, okuldan mezun olunması, aslında yaşamdan daha önemli bir şey olmadığı halde bir parça inkar ile hayatı sürdürme becerisi. Belki de yaşam içgüdüsünün günlük yaşama tezahürü böyle oluyor. Filistin örneğindeki gibi mesela yıllarca süren savaş ve yaşam yanyana, ülkemizde geçtiğimiz yıllarda ardı arkası kesilmeyen nerede ne zaman olacağını bilmediğimiz bomba patlamaları gibi, katliamlar gibi; doğuda süren olağan üstü haller gibi, deprem ve artçı depremler gibi. Hep birlikte bir sonrakinden yara almaktan, birinin yara almasından veya ölmekten korkmak gibi. Bir yandan da nefes almaya çalışmak gibi…
Covid'de bu saha evrensel.
Bütün dünya ile birlikte bir taarruzun altında kalmak gibi. Uzaylılar her ülkeyi aynı anda istila etmiş gibi.

***

Peki bize olanı nasıl tarif edeceğiz? Ya da bunu nasıl deneyeceğiz. İçinde iyi kötü kendisine alışkın biçimde yaşadığımız bir dünyamız var, güvenli tanıdık dünyamız, ya da yuvamız, o nerede şimdi?

Ne oluyor bize, içerimize? Sanki koskocaman bir yas tünelinden geçiyoruz hep birlikte. Sıra sıra.
Sanki koskoca bir yas zamanı içinden geçtiğimiz.
Sanki alışkın olduğumuz kendince güvenli dünyamızın kaybı gibi, onun yasını tutmak gibi...
Hepimiz biliriz veya tecrübe etmişizdir veya belki şu anda tecrübe ediyoruzdur ki, yas süreci parçalıdır. Başlangıç ve bitiş noktası olan bir çizgide, yekpare biçimde yaşanmaz. Günlere, haftalara, aylara hatta yıllara yayılır. Kimi zaman üstesinden geldiğinizi, artık bittiğini, acının ve sıkıntının geride kaldığını hissedersiniz, kimi zaman da ilk günkü gibi canınız yanar, bir arpa boyu yol alamadığınızı hissedersiniz. İki durum da olağandır. Kayıpla ilişkinize ve kaybedilen şeyle yakınlık düzeyinize bağlı olarak, kaybın yaşamınızı ne kadar etkilediğine bağlı olarak değişir bu yasın şiddeti. Kayıp kendini ne kadar uygunsuz biçimde saklıyor ve görünür kılıyorsa yas o denli uzun sürer.

Hafıza ile yas arasında bir bağ vardır. Ne kadar hatırlarsak o kadar kaybederiz. Bir gün gülüşünü hatırlar kaybederiz, bir gün güzel bir akşam yemeğini hatırlar bir daha kaybederiz.

"Yasın kesintili olma özelliği beni tamamen korkutuyor." der Barthes ve "Herkesin bir keder ritmi vardır." der. Bu da aslında meselenin globalliği kadar öznelliğine de işaret ediyor.

Bizler ülkemizde mart ayından itibaren, ancak küresel düzeyde neredeyse bir seneyi dolduracak, bitmeyen bir toplu kayıp ve yas süreci içindeyiz. Kayıp bitmediği için yası da bitmeyen, tutulsa da tutulmasa da bitmeyen bir zaman. Her gün en az bir ölüm haberi alıyoruz. Her gün en az bir tane riskli hastalık haberi alıyoruz. Önceden sahip olduğumuz, doğal olarak yaşamımızda hep var olan bir çok şeye dair ya yoksunluk ya kısıtlılık içindeyiz. Arkadaşlarımızı göremiyor, sevdiklerimizin gözlerinin içine bakıp gülemiyor, onlara dokunamıyoruz. Her biri her yapamadığımızda yeniden birer kayıp.

Hepimiz aynı gemide değiliz üstelik. Hepimiz eşit düzeyde etkilenmiyoruz. Çalışmak zorunda kalanlar, evde kötü davranışlara maruz kalanlar, sağlık çalışanları ile günlük kazanç sağlayan çalışanlarla evden maaşlı çalışanlar veya çalışmasa da ekonomik gücü olanlar aynı koşullarda değil. Devletler bize özveri ile bakım vermiyor.

Dolayısıyla bütün bunları bir araya koyduğumuzda dışardaki dünyanın bize sunduğu imkanların çoğundan yoksunuz. Bizim için “öteki” adeta güdükleşti. Bizi beslemiyor. Yetersiz bir bakım veriyor bize, yasaklar koyuyor. Yetmezmiş gibi bir de cezalandırıyor, uygun davranarak tüm arzularımızdan vazgeçmezsek, ölümcül sahnelerle dolu bir hastane odası ile hatta ölümle korkutuyor; bir yandan da hastalığı bir başkasına bulaştırmanın suçluluğuyla içimizi titretiyor. Ölümden korkuyoruz, yaşam bizi ölümle tehdit ediyor.
Yaşamayacaksın. Yaşarsan ölürsün.


Üstelik bu endişeleri bu haliyle de yaşayamıyor, çeşitli savunmalarla bilincimizin derinlerine doğru sıkıştırıyoruz. Savunma hattının berisinde kalmış bu duygular ilişkilerde, kendimizle ilgili düşüncelerde, varoluşsal meselelerde, iş-okul gibi gündemlerde kendisini gösteriyor.
Çoğu zaman duygularımızı pandeminin boğazımıza oturması üzerinden, yani odadaki fil üzerinden yorumlayamıyoruz da, kişisel veya ilişkisel sorgulamalar üzerinden okumaya çalışıyoruz.

Her kayıp için olduğu gibi bu kayıp ve yas zamanında da çaresi yok. O yası tutacağız, bekletmeden, kaçmadan hep birlikte, duygularımızla yüzleşerek.
Neler oluyor bana, nelerden mahrumum, neleri kaybettim, neleri özlüyorum, nelerde zorlanıyorum…

Yoksunluklarımıza ve kayıplarımıza üzülerek, kendimize ve birbirimize şefkat ve merhamet göstererek, gerçek anlamıyla dayanışma göstererek yürüyeceğiz bu zamanı demek ki. Kimilerimiz güçlenerek çıkacak.
Bana ne oluyor, çocuğuma, anneme ne oluyor, terapi odasında da danışanıma ne oluyor diye araştırarak yüzleşeceğiz.

Devletler arasında devam eden “aşı savaşları” bittiğinde, aşılanmaya başladığımızda ve eski “tırnak içinde” özgür günlerimize kavuştuğumuzda, yaralarımızı sarıp, edindiğimiz kıymetli izlerimizle ve kalanlarımızla birlikte yola devam edeceğiz. Kaybettiğimiz güvenli dünyayı başka bir haliyle de olsa yeniden inşa ederek.
Ölüme karşı, yaşam içgüdümüzle devam edeceğiz.


Duyduklarınız ve düşündüklerinizden memnun olacağınız düşünce dünyanızı zenginleştirecek bir gün geçirmeniz ve sağlıklı günlerde yeniden yüzyüze görüşmemiz dileğiyle.

 

Didem Doğan 

Psikoterapi ve Psikososyal Çalışmalar Derneği Başkanı